AÇIK ÇAĞRI #1 PROJE #17
KURMACADIŞI YAZARLIK ATÖLYESİ
Orange is the New Black: Güçler Savaşı, Güçler Dayanışması
Kader Yüce
Bu yazı, 5Harfiler'in düzenlediği Kurmacadışı Yazarlık Atölyesi’nin Nisan 2022'de Diyarbakır Edebiyat Evi – Wêjegeh Amed ev sahipliğinde gerçekleşen oturumları sonucunda kaleme alınmıştır.
Yazı ilk olarak 5Harfliler 'de yayınlanmıştır.
https://www.5harfliler.com/orange-is-the-new-black-gucler-savasi-gucler-dayanismasi-2/
“Sistemin eline düşen bir çocuk tuvalete atılan bir süs balığı gibidir. Bir daha yukarı yüzemez. “
Orange is the New Black tam bir cinsiyet spektrumu. Dizide kendini ifade etmenin, var olmanın tonlarca rengi öyle olağan ki, olup biten ütopya hissi yaratıyor. Ve ne yalan söyleyeyim, toplumsal bağlamda sürekli erillikle özdeşleştirilen güç kavramının, kadınlar arasında bir nesne haline gelmesi bana içten içe açıklayamadığım bir zevk veriyor.
Dizinin hemen başında, hayatında her şeyi yolunda giden, mutlu bir ilişkisi olan Chapman’nın işlemediği bir suçla yargılanmasıyla birdenbire hayatının altüst olduğuna tanık oluyoruz. Chapman, üzerindeki New York havası ile aşina olmadığı ama kendini yeniden var edeceği dört duvarlı bir dünyaya giriyor. Kendini bu mekânda bulur bulmaz tek başına anlamının olmadığını, yani bir birey olarak var olabilmesi için bir topluluğa ya itaat etmesi ya da toplulukla birlik içerisinde olması gerektiğini fark ediyor. Yemekhane ve duş sıralarında uzun bekleyişler, kapısız tuvalet kullanmanın tahrip edici rahatsızlığı, duvarsız koğuşlar arası iç ve dış çatışmalarda ezilmek… Tüm bunlar mekânın kendisini Chapman için bireyselliğin ve beden mahremiyetinin anlam ifade etmediği “ortak” bir yaşam alanı haline dönüştürüyor.
Tek başına olmak güçsüzleştirici. Zaten güç dengelerince paylaşılmış bu sınırlı mekân, özel bir alana, bir kaçışa ve saklanışa da imkân vermiyor. Chapman bu ortamda ayakta kalabilmesi için herkesleşmesi gerektiğini kabulleniyor.
Bu dönemeçte karakterimizin sistemle olan ilişkisi belirginleşmeye başlıyor. Chapman var olabilmek için uyum sağlama (düzenin mayasının güçle yoğrulduğu mekânda kendi payını koparma) yolunu tercih ederken aynı zamanda düzenin devamını da sağlıyor. Ona göre mevcut otorite, yıkılması gereken bir yapı olmaktan çok kendi payını alması gereken bir güç pastası aslında.
Karakterimiz bu gerçekliği idrak etmeye başladığı an savunmasız, mahremiyetin silikleştiği bu mekânda nüfuzunu arttırmaya ve eylem alanını genişletmeye çalışıyor. Bunu da tıpkı diğer herkes gibi kendine ait bir özel alan kurma ve bunu sağlama alma savaşı vererek gerçekleştiriyor.
Bu yaşam/savaş alanında geçerli olan kural ve kaideler, ister topluluk ister birey formunda ortaya çıksın, otoriteye ait. Chapman bu otorite sahiplerinden biri olabilmek için duygularını arka plana iterek hapishanedeki diğerlerini güç basamağı olarak kullanıyor. Aslında iktidarın güçlü kalabilmek ve nüfuzunu arttırabilmek için bireyleri bir nesne olarak kullanması ile Chapman’nın yapmaya çalıştığı şey arasındaki tek fark, nüfuz alanını kendini var edebilmek adına genişletiyor olması.
Fakat burada meydana gelen ilginç bir şey var. Tıpkı diğer mahkumlar gibi topluluğun kurallarına uyum sağlamaya başlaması ile hapishanede, yani devletin ehlileştirme ve gözetleme mekânı, Foucault’nun da deyimiyle iktidarın ideolojik aygıtında, işleyen güç mekanizması da biçim değiştiriyor. Uyumun sağlanması ile bu mekanizma değişmeye başlıyor. Yatay düzlemde buluşan farklı kimliklerin (hetero, lezbiyen, biseksüel, trans, siyahi ve engelli) yani sistemin eline düşen sözüm ona süs balıklarının kendi çıkarları uğruna güç odaklı dikey ilişkiler kurması hapishaneyi bir gözetim alanından ziyade bir iktidar savaşı alanına dönüştürüyor. Bu iktidar savaşının toplumda alışagelmiş bir eril güçten ziyade toplumun dışlanmış, damgalanmış ve ötekileştirilmiş bireyleri arasında değişkenlik göstermesi diziyi soluksuz izletiyor.
Mekândaki güç savaşının öznelerinden biri olan Chapman, Suzanne’i bir güç basamağı olarak kullanması ile ötekileştirilen bireylerin de potansiyel bir güç nesnesi olduğunu gösteriyor. Suzanne hem bir siyah hem de bir lezbiyen olarak neredeyse ötekinin ötekisi damgasına sahip. Siyahlara vurulan bu damga dizi boyunca kendini hissettiriyor. Özellikle bu panoptik [1] mekâna daha sonra dahil olan Güneyli, varlıklı ve (diğer karakterlerden farklı biçimde) güç sahibi Judy King, Amerikan toplumunun kölelik dönemine [2] özgü reflekslerini apaçık görmemize olanak sağlıyor.
“Healy: O oda sizin için biraz varoş kaçardı.
Judy King: Siyahları mı kastettiniz?
Healy: Hayır, demek istediğim karanlık gökyüzündeki tek yıldız olmak istemezsiniz.
Judy King: Siyahlar hiçbir sorunum yok, Bay Healy. Sizin var mı?
Healy: Hayır, elbette yok. Tek başlarına cana yakınlar.”
Hapishane görevlisi ile gerçekleştirdiği bu konuşmada ırkçı bir tavır takınmadığı düşünülse de konuşmanın devamında istediği oda arkadaşını tanımlarken Nebraskalı, şişman ve gür saçlı olmayan betimlemelerini kullanması, ırkçılığını soylu oluşunun ardına böyle pürüzsüzce gizlemesi, Fanon ’unun Yeryüzünün Lanetlileri kitabındaki önsözde geçen “Soylu ruhlarımız ırkçıdır.” sözünü hatırlatıyor. [3]
Bunlar yaşanırken hapishaneye yeni gelen mahkumlarla beraber kuralların sıkılaştırılması, dışardan müdahalenin artması ile cezalar da sertleşiyor. Ve iktidar politikalarını bedensel, zihinsel ve fiziksel olarak üretmeye devam ediyor. Otorite bu politikaları uygularken bireyler arasındaki ben ve öteki olgusunu da yaratmayı sürdürüyor. Toplumu doğurganlık temelli iki cinse, yani kadın ve erkeğe indirgediği için bunun dışında kalan herhangi bir kimlik veya yönelim toplum nezdinde anormal olarak damgalanıyor. Bu damgaya sahip bireyler toplumdan dışlanıyor, cezalandırılarak öteki konumuna düşürülüyor. Dizide bunun göze çarpan en belirgin örneği, Sophia’nın hormon ilaçlarının yeterli dozda verilmemesi ve bunun üzerine Sophia’nın otoriteye karşı çıkması, kendi kimliğine olan inancından vazgeçmemesi, sonrasındaysa tek kişilik hücreye mahkûm edilmesi.
Bu iktidarın yarattığı ben ve öteki olgusu aynı zamanda bir beden politikası da. Çünkü Sophia hem trans hem de siyah bir kadın. Ki, mekânda ötekileştirilme dikkat çekici biçimde ırk üzerinden, özellikle de siyah-beyaz çatışması etrafında gerçekleşiyor. Lezbiyenler, translar, hispanikler veya deliler bir siyah kadar tehlike arz etmiyor.
Peki bu panoptik kodes sadece ayrıştırmalardan, güç savaşlarından ve yalnızca otoritenin kendini var ettiği bir mekândan mı ibaret?
Elbette hayır. Karakterlerimiz hüküm sürecek bir alan bulduktan, yemekhaneden banyoya her alanı kendi çıkarları doğrultusunda kullanma gücü elde ettikten sonra gruplaşmalar da kendiliğinden ortaya çıkıyor. Fakat nüfuz alanı yaratma sürecinden gruplaşma sürecine kadar otorite ile değil yatay zeminde ilişki kurdukları bireylerle savaş içerisindeler. Gruplaşma ile gelen çatışmalarla meşgulken otoritenin bir nefes gibi soluklarında olduğunu bir süre için unutmuş olsalar da içinde bulundukları mekânın fiziksel koşullarını ve buraya aslında ehlîleştirilmek üzere gönderildiklerini idrak ettikleri an, verilen savaş da tamamen yön değiştiriyor.